27 Eylül 2011 Salı



BİRKAÇ DAKİKALIĞINA DA OLSA KRALİÇE OLMAK İYİDİR

(İstanbul İngiltere Başkonsolosu Jessica Hand)

Geçenlerde ofiste bir sohbet esnasında konu prens ve prenseslerden açılınca asla prenses olmak istemediğime dair bir açıklama yaptım. Günlük programı, hatta tuvalete giriş ve çıkış saatlerimi programlayıp internet sitesinde yayınlamak bana göre değil, uğraşamam… Oysa ki kabarık, tüllü, saten elbiseler giymeye bayılırım (kaç defa giydiysem, sadece 1 kere olayı abartıp mezuniyet balosunda giymişliğim vardır, o kadar), saçlarımı lüle yapmak, kabartmak, onları değişik formlara sokmak hatta tüller, tüyler, taçlar takmak… Diyeceksiniz ki “Kokoşluk ruhunda var senin”, doğrudur, inkar yok. Eğer reenkarnasyona inansaydım da kesin bir leydi, çariçe, kontes, barones hatta prenses olduğumu düşünebilirdim. Birinci tercihim ise Avusturya-Macaristan İmparatoriçesi Sissi'dir… 
Neyse lafı uzattığımın farkındayım. Gerçek anlamda prenses olmak istemesem de en güzeli hayal dünyasının prensesi olmak. O zaman istediğiniz gibi giyinip, istediğinizi yapabiliyorsunuz. Ama işte hayalde değil gerçekte çok güzel bir şey yaptım. Hem kraliçenin hem de kralın sandalyesini bile oturdum. Hem okuyun hem de gidip, görmeyeniniz varsa, faydalanın derim. J

(Sol Fotoğraf: Bahçeden balo salonuna çıkış - Sağ Fotoğraf: Balo salonuna doğru uzanan koridor)
Bir organizasyon için İngiltere’nin İstanbul Başkonsolosluğu’na davetliydim. Ev sahibi İngiltere’nin İstanbul Başkonsolosu Jessica Hand. Kim demiş, “İngilizler soğuktur, aristokrasinin getirdiği bir dik burunluluk vardır üstlerinde” diye. Ben şahidim, hiç alakası yok. Jessica Hand, gayet samimi ve sıcak kanlı biri. Konsolosluğun bahçesinde konuklarını tek başına karşılayacak kadar misafirperver ve güler yüzlü, her fotoğraf çektirmek isteyene de ‘hayır’ demeyecek kadar da nazik. Konsolosluğun bahçesi tıpkı İngiltere’nin parkları gibi. Yemyeşil ve düzenli bir peyzaja sahip. Ayrıca en güzeli de yabancı ülke vatandaşlarının sadece özel izinlerle girdikleri bu bahçede öz be öz Türk kediler cirit atıyorlar. Neredeyse çifte vatandaş olmuşlar diyebiliriz.

(Sol Fotoğraf: Kraliçe Koltuğu - Sağ Fotoğraf: Kral Koltuğu)
Bahçede verilen kokteyl sonrası yemek için balo salonuna geçiyoruz. Tavanlar yüksek ve tavanla duvar arasında İngiliz Kraliyet ailesine ait armalar bulunuyor. Her ne kadar prenses olmak istemesem de ihtişamı ve şaaşayı severim. Avizeler deseniz devasa büyüklükte ve kristallerle dolu. Balo salonuna çıkarken kırmızı halıların serili olduğu merdivenler siz de ‘Şimdi kral ve kraliçeye takdim edileceksiniz” hissi yaratabilir. Merdivenlerin sağında Kraliçe Elizabeth’e ait orijinal ve sanırım 50’li yıllardan kalma bir tablo göze çarpıyor. Sanki üç boyutlu gibi.


(Sol Fotoğraf: V. Edward- Sağ Fotoğraf: Kraliçe Mary)
Sırada kral ve kraliçe olmak var. Kral ve kraliçenin sandalyeleri birbirinden farklı. Önce kraliçe için tasarlanan sandalyeye oturuyorum. Ayaklarım yere değiyor. Kralın sandalyesine oturunca ise ayaklarım havada kalıyor. Sanki ‘Guliver Devler Ülkesinde’ gibi… Kral ve kraliçenin farkını buradan anlayabilirseniz. Koridor boyunca geçmiş kral ve kraliçelerin fotoğrafları var. İlla İngiliz aristokrasisİ nerede diyorsanız, konsolosluğun koridorlarında bunu yaşabilirsiniz.
                  (Kraliçe Elizabeth'in 50'lilerden kalma orijinal tablosu)
Yemekler yendi, kahveler içildi ama bir noktayı daha vurgulamadan geçemem. Konsolosta görev yapan servis elemanları da yaşları genç gibi görünse de işlerinin hakkını veriyorlar. Mönü de bulunan kırmızı eti yemediğimi gören genç bir servis elemanı “vejetaryensiniz sanırım isterseniz size başka bir şey getirebilirim demesin mi” şaşırdım, kaldım. Böyle bir kibarlığa bir İngiltere Konsolosluğu’nda bir de Almanya’da gittiğim bir içecek firmasının lansmanın da şahit oldum. Eeee ne de olsa Avrupa görmüşler. J Bu arada semi vejetaryenim, kırmızı et yemiyorum, niyet ise vegan olmak. Neyse her şey mükemmel derecesinde süperdi ve prenseslikte gözüm olmamasına rağmen birkaç dakikalığına da olsa kraliçe olmak bana iyi geldi...http://twitter.com/#!/YaseminTopoglu
TUTKU, İHTİRAS ve VEDA: LÜSYEN

Bir türlü ruh eşini bulamayanlar, bulduğunu sanıp da yanılanlar, aldatılanlar, aldatıldığına inanmayanlar’ın cümlesidir, “Ahhh nerde o eski aşklar…” . Eeee günümüzde de sevgi dediğin yüzüğün karatı ya da kapattığı sinemanın büyüklüğü ile ölçüldüğüne göre bu nakarat daha çok tekrarlanır.

Şimdi size yok artık cinsinden bir hikaye anlatacağım. Daha doğrusu ben değil Can Dündar anlatıyor hikayeyi. Tanzimat Edebiyatı’nın en etkin şairlerinden biri desem belki anlamayacaksınız ama ‘Makber’ deyince bir çoğunuzun ‘Abdülhak Hamit Tarhan’ dediğini duyar gibiyim. Dündar öyle bir tarihi aşk romanı kaleme almış ki beni Tarhan gibi bir edebiyatçının yaşadıkları hayrete düşürdü desem yeridir. Neden hayrete düştüğümü gelince 60 yaşındaki Abdülhak Hamit Tarhan Brüksel’de Osmanlı sefiridir ve 18 yaşındaki Belçikalı Lüsyen'e aşık olmuştur. Ama bu karşılıksız olmamaklar birlikte bu 18’lik kızın hissettiklerinin aşktan çok hayranlık olduğunu anlayacaksınız. Tabii bu benim düşüncem, benimle ters düşen fikirler de olacaktır.


Kitapta aralarında 42 yaş olmasına rağmen yaşanan fırtınalı bir aşkın yanı sıra Osmanlı’nın çöküş, Cumhuriyet’in ilk yıllarına da ışık tutacak bir çok bilgi yer almakta. Bu arada kitapta daha çok bir isim ile karşılaşmak mümkün: Tevfik Fikret, Nazım Hikmet, Mehmet Akif, Damat Ferit, Yahya Kemal, Necip Fazıl Kısakürek, Victor Hugo, Oscar Wilde, Abdülmecid, Sultan Reşad, Talat Paşa, Namık Kemal, İsmet İnönü ve elbette Atatürk…


Açıkçası bu kitap benim için tarihi aşk romanından öte tarihi bir dönem romanı anlamını taşıyor. Özellikle Can Dündar’ın anlattığı hikayeyi gerçek fotoğraflarla belgelemesi tam bir belge niteliğinde. Gerçek olana, tarihe meraklıysanız ve tarihi roman ile birleşen bir edebiyat sizi çekiyorsa Lüsyen’i ısrarla tavsiye ediyorum. İçinde Abdülhak Hamit Tarhan’ın Lüsyen için yazdığı ya da günün şartlarını anlatan şiirlerini de bulacaksınız. Şiir sevmeyen biri olabilirsiniz –ki ben de pek alakalısı değilim- ama Tarhan’ın Lüsyen’e olan aşkını anlamak için okuyun, es geçmeyin derim. Tarhan’ ın ki bir aşk mı yoksa karakterinden kaynaklanan inatçılığı mı, sahip olma duygusu mu, güzele olan tutkusu mu ya da ya da yalnızlık korkusu mu? Ben aşk dahil hepsini buldum Abdülhak Hamit Tarhan’da. Bakalım sizler ne bulacaksınız?


Kısa bir de not: Ben bu kitabı geçen yıl okumuştum, Can Dündar’ın Lüsyen’den önce yayınlanan ‘Yüzyılın Aşkları’ isimli kitabına ise hafta içi başlamayı düşünüyorum. Bakalım bu aşklarda Lüsyen kadar hüzün ve ihtiras dolu mu?http://twitter.com/#!/YaseminTopoglu

26 Eylül 2011 Pazartesi


DİDİM’DE AYRI BİR KENT: D-MARİN DİDİM
Didim belki de Türkiye’nin değil bence dünyanın da en güzel denizine sahip yerlerden biri. Ancak bu kadar temiz ve girilesi bir denize sahip olmasına rağmen tatil açısından aynı olumlu cümleleri sarf etmek mümkün değil. Öyle ki denizi ve çevresi ne kadar pozitif ise tatil yapma açısından bir o kadar da negatif. Didim’in asla bir Bodrum ya da Antalya sahilleri gibi olmasını beklemeyin. Niye diye sorarsanız, buna uzun uzun cevap vermek gerek çünkü işin sosyo-ekonomik boyutlarını araştırmak lazım derim.
Şimdi burada Didim’i yazacağımı sandıysanız yanıldınız. Didim içinde Didim’den tamamen izole olmuş, kendi içinde farklı bir bölge haline gelmiş bir işletmeden bahsedeceğim. D-Marin Didim Marina… Bence Didim’e kazandırılabilecek en önemli yatırımı yaptı Ferit Şahenk.
Didim uluslararası deniz yollarının geçiş yollarında ve tekneniz varsa mola için konaklamak iççin iyi bir lokasyon ancak. Ancak Altınkum sahil şeridinde yaklaşık 2 yıl önce teknenizi bağlayabileceğiniz limanda yer bulmanız mümkünat sınırları içinde bile değildi. Hala da öyle, çünkü buranın asıl sahipleri günlük tur düzenleyen turistik tekneler. Küçük bir balıkçı teknesi bile sokmanız imkansızdır araya.
İşte D-Marin Didim’in açılması tekneleriyle seyahat edenlere büyük bir kolaylık sağladı. D-Marin Didim’in en önemli özelliği bu da değil. Marina’da konaklama imkanına da sahipsiniz. Tekne dışında vakit geçirmek ya da tekneniz bile olmasa Didim’in denizinde serinlemek istiyorsanız marina da yok yok. Locaları olan bir iskelesi, muhteşem manzarasında bir havuzu, spası, hatta gym center’i bile bulunmakta.
Daha fazla uzatmayarak küçük bir de tavsiye: Eğer marina da konaklamak isterseniz ve müsaitse 14-15 no’lu odaları ısrarla tavsiye ederim. Ben 14 no’lu odada kaldım. Manzara gece ve gündüz süper. Neredeyse oda büyüklüğünde bir terası var. Fotoğraflarda 14 numaralı odadan çekilmiştir. Gündüz güneşlenin gece de artık sevgilinizle kayan yıldızları seyredin. Bir de zeytinyağlılarını denemeden ayrılmayın. Tatları hala damağımda…http://twitter.com/#!/YaseminTopoglu

14 Eylül 2011 Çarşamba

Su Testisi Mahkemede Onarıldı
Yazacaklarımın daima elle tutulur, gözle görülür olmasını beklemeyin. Değerlendirmeye aldığım, beğendiğim ya da beğenmediğim unsurların her zaman meta hali taşıması gerekmiyor. Onun için bu yazıyı okuyun derim.
Gazeteci demek kamuoyunu bilgilendirmek, olmuş ya da olacak olaylar hakkında halkı haberdar etmek demektir. Bir gazeteci haberini kamuoyuna sunarken genelde yorum yapmaktan kaçınır veya yaptığı yorumu çok iyi ölçer, tartar ki karşı tarafın vardığı sonuç farklı anlamlar yaratmasın.
Köşe yazarlığı da gazeteciliğin farklı bölümlerinden biridir. Muhabirlik, editörlük gibi… Bir gazeteci hangi bölümde olursa olsun, hangi unvanı alırsa alsın buna köşe yazarlığı da dahil fütursuzca bir tavırla kalemini oynatmamalı diye düşünüyorum. İnsaniyet ve vicdan dışına çıkmak gazeteciliğin temel ilkesi değildir ki her ağzımıza geleni söyleyelim…


İşte bu nedenle Hıncal Uluç, “Defne'nin ölümü tipik bir su testisi suyolunda kırıldı olayıdır" şeklinde ettiği cümle ile yaralı küçük bir kalp karşısında fütursuzca bir tavır sergilemiştir bana göre. O kalp bugün küçük olabilir ama ya yarın büyüdüğünde… Bence sembolik de olsa bu 20 bin TL’lik tazminat az bile diye düşünüyorum hele ki Hıncal Uluç’un 1 aylık maaşı bile etmezken. Çünkü o masum yavru yarın bu sorumsuzluğu aylarca üzerinden atamayabilir de.
Gazetecide olsanız biraz insaniyet ve vicdan sınırlarınızı zorlayın derim en azından dilin kemiği olması gerektiğini…http://twitter.com/#!/YaseminTopoglu  

9 Eylül 2011 Cuma

TWEEN ERKEKLER İÇİN
DAHA NE YAPSIN?


İstanbul Fashion Week 2011’in kış edisyonu başladı başlayalı herkes markaların, tasarımcıların mükemmelliğinden, firmaların siparişlerini katladığına, renklerden, kesimlerden, yakışıklı erkeklerden, ahu gibi kızlardan bahsedip duruyor. Tüm bu saydıklarımı kapsayan markalardan biri de Tween. Yaptığı defile ile bırakın defileyi izleyenleri yerli-yabancı moda eleştirmelerinden de tam not aldı. Amerikalı ünlü aktör Matt Dillon’ı da davetli olarak IFW’ye getirmesi de cabası.



Modelleri, kesimleri, renkleri kısaca Tween’in 2012 İlkbahar-Yaz Koleksiyonu ile ilgili teknik değerlendirmeleri işini bilenlerine bırakıyorum. Benim sözüm burada erkeklere…
Tween erkekleri daha da yakışıklı göstermek için daha ne yapsın demek istiyorum. O ne güzel modellerdir öyle, renkler ise bence her kadını aşık edecek şekilde belirlenmiş, yapılan kombinler ise mükemmel. Ayakkabı renklerindeki cesaret ise inanılmaz.


Bu saatten sonra iş erkeklere kalıyor. Olduğunuzdan daha yakışıklı görünmek, imajınızı değiştirmek ya da sizi bir türlü beğenmeyen sevgilinizi şaşırtmak elinizde. Ya da kızlar sevgilinize, kocanıza hala söyleyemediğiniz bir imaj sorunu varsa doğru Tween’e diyorum…http://twitter.com/#!/YaseminTopoglu




8 Eylül 2011 Perşembe

FİNANSBANK MI, ALLAH KORUSUN!

Böyle bir başlığın sebebinin klasik ödenmeyen kredi kartı borcu, kart aidatı, acımasızca uygulanan faizler olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak başlığın bunların hiç birisi ile alakası yok. Bunlara nasıl olsa alıştık, ha babam yazsak ne olur, yazmasak ne olur?
Size hikayeyi değil direkt olarak ana fikrini yazıyorum, hem de hiç uzatmadan… Hesabınıza maaşınız yatmıştır, siz de ATM’den paramı çekip de ödemelerimi yapayım diye düşünebilirsiniz. İşte ben tam 3 gündür paramı çekmeyi denedim ama Finansbank ATM’leri paramı vermemek için sözleşmiş gibiydi. Neyse yakında bulunan bir şubeye sordum hesabımın bloke olduğunu bunun için hesabımın bulunduğu şubeye gitmemi söyledi. Tamam dedim, normaldir dedim, sonuçta elektronik bir sistemdir dedim çünkü daha ilk dakikadan sinirlerimi yıpratmak istemedim. Şubeme gittim derdimi 6 farklı görüşme ile şubedekilere anlattım. Bana önce paranızı çekebilirsiniz nasıl olur diyorlar, ben ısrar edince aaa evet hesapta bloke görünüyor diyorlar ama neden olduğunu bulamıyorlar. Sonunda telefon bankacılığına yönlendirdiler. Rezalet bir telefon bankacılığı sistemine sahip olan Finansbank’ın bu bölümüne bağlanamayınca sinirlerimi yıpratma vaktimin geldiğini anladım. Bankanın ortasında başladım bağıra çağıra derdimi anlatmaya, sonunda –ki Allah razı olsun- hiç görevi olmadığı halde bana yardımcı oldu. Önce kendisi inceledi, anlamadı, sonra merkezi aradı sanırım, onlarda anlamadı. Tekrar telefon bankacılığı sistemine geri döndük, görevli hanımefendi yaklaşık bir 10 dakika sonunda bağlanarak telefonu bana verdi. Yaklaşık yarım saatten fazla bu seferde telefonda derdimi anlatmaya çalıştım. Bu süre zarfında 6-7 kere şöyle bir konuşma geçti: Hanımefendi şu tarihte paranız yatmış, şu kesintiler olmuş, geri kalanını çekebilirsiniz, pardon çekemezsiniz, hesap bloke.
Şimdi o zaman 2 gün geç ödeme yapsanız hiç acımadan faizi bindiren, durmadan mesajla taciz eden, mail atan Finansbank benim paramın üstüne mi yatmış oldu? Sonunda para orada duruyor, ben çekemiyorum, telefon numaramı aldılar, arayacaklarmış. Peki ben eninde sonunda o parayı alırsam, paramı gasp ettikleri günler için bana faiz ödeyecekler mi?

Gülmeyin, anladım…http://twitter.com/#!/YaseminTopoglu 

7 Eylül 2011 Çarşamba

HEYY İNSAN! “FARKINDA MISIN”
Bu ülkede bazı insanların çabalarıyla vicdan adına, insanlık adına çok güzel ve anlamlı işler de yapılıyor. Önemli olan neye parmak basacağınızı ve nasıl farkındalık yaratacağınızı bilmek. İşte “Farkında mısın” da beni çok duygulandıran ve yüreklendiren bir proje. Bugün birçok kişinin farkında olmadığı bir konu üzerine kurulu.
İnsaniyetinden, samimiyetinden ve vicdan duygusundan eksik olmayan bazıları gibi oyuncu Tuna Arman, fotoğraf sanatçısı Ateş Kantürk ve hayvan hakları savunucusu Tolga Öztorun tarafından yaratılan bir proje olan “Farkında mısın” insanım diyenlere sesleniyor.
Projede amaçlanan Türkiye genelinde hayvan barınaklarının kendilerine gelir elde etmeleri amaçlı olarak toplumsal bazda başarılı isimlerin engelli hayvanlar ile birlikte fotoğraf çektirmeleri ve bu duyarlılığın arttırılmasıydı. Burada en önemlisi engelli hayvanlara yani kolu, bacağı olmayan, sağır ya da kör olan hayvanlara dikkat çekilmesi. Çünkü onlar asla tek başlarına sokaklarda hayatlarını idame ettiremezler ama evinizde sağlıklı bir hayvandan da farkı yoktur.  
Birçok ünlü de bu proje için objektif karşısına geçti ve engelli birer hayvanla poz verdiler. Kör ise kör kığlına girdiler, ayakları yoksa hayvanın onlarda tekerlekli sandalyeye oturdular. Kısacası duyarlılık adına, dikkat çekmek adına empati yaratılmaya çalışıldı.
Tan Sağtürk’ten Buket Uzuner’e, Billur Kalkavan’dan Nasuh Mahruki’ye kadar 24 ünlü isim ve 24 engelli hayvanla poz verdi. Proje üniversiteleri, AVM’leri okulları gezecek ve hedeflenen farkındalık yaratılmaya çalışılacak. Tüm fotoğraflar ayrıca Nişantaşı City’s Alışveriş Merkezi’nde sergilenmekte. Her bir fotoğrafın 5 paket mama karşılığı satın alınabildiği sergide tüm mamalar ise barınaklara bağışlandı. Sergi ile tanıtılacak proje tüm hayvan barınaklarına mama, tedavi desteği ve ameliyat giderleri olarak geri döneceği vurgulandı. 
Bu arada Cengiz Semercioğlu’nun yazdığına göre, bazı ünlüler çirkin görünmemek adına projede yer almayı kabul etmemişler. Ancak sonrasında bakmışlar ki proje aldı başını gidiyor, o biçim bir ratingi var, bu seferde biz de yer alsak olmuşlar. Bunların kim olduğunu bilinmiyor ama şahsım adına ben bunların isimlerini bilmek isterdim en azından insani ilişkilerimi kesmek adına.http://twitter.com/#!/YaseminTopoglu

6 Eylül 2011 Salı

ÇOKOLU PÖTİBÖR KEŞFETTİM

Küçüklüğümde iki pötibör bisküvinin arasına krem çikolata sürerek yemeye bayılırdım. Hoş kiloyu dert etmediğim zamanlarda bu büyük halimde de bu alışkanlığımda vazgeçtim diyemem. Ama yemeğe kalktığım zaman iki bisküvinin kalınlık halinden olsa gerek bisküviler kırılır, yere düşer ya da krem çikolata aradan dışarı sızar her yere bulaşırdı. Kısacası keyifli de olsa eziyetli bir tat karışımıydı. Ancak ne zaman çıktığını bilmiyorum ama Ülker Pötibör Çoko’yu keşfettim. Tek bir bisküvi arasına konan krem çikolata ile ne etrafta kırık bisküvi kırıntısı oluyor ne de elinize, yüzünüze bulaşan çikolata. Tavsiye ederim, deneyin…http://twitter.com/#!/YaseminTopoglu

4 Eylül 2011 Pazar



AŞIKSANIZ EĞER LONDRA’DA HAMMERSMITH TAM SİZE GÖRE

Birçok kişi için Paris nasıl aşıklar şehri ise benim içinde Londra aynen öyledir. Ama tabii ki de Londra’nın her yerini kastetmiyorum. Mesela Richmond, Bank, Piccadily, St. James gibi parkları ve Hammersmith.
Eğer Londra’ya yolunuz düşerse hele de yanınız da sevgiliniz varsa buralara gitmeyi sakın ihmal etmeyin. Mesela Hammersmith pubları, renkli doğası ve kendine has mimari çizgisiyle farklı bir romantizm taşır kendi içinde. Bir de hafif yağmur çiseliyorsa, hava loşa çalan bir renge sahipse o zaman daha da farklılaşır, kendi çekiciliğine bürünür diyebiliriz.
Özellikle rengarenk çiçeklerle bezenmiş restoran ve publarında yorgunluk atarken Thames Nehri ve Hammersmith Köprüsü’nün de size eşlik etmesinden memnuniyet duyacaksınız. Kısacası keyifli bir manzara eşliğinde ister güzel bir gezinti yapın ister pub ya da restoranların da oturun hareketli bir Londra gezisinden sonra kendinizi rahatlamak için uğrayabileceğiniz aşık olunası bir yer Hammersmith…http://twitter.com/#!/YaseminTopoglu